29 Aralık 2012 Cumartesi

Sonunda ben varım



Bu blogu oluştururken Umutla ,bir umut, sizlere o süpersonik edebiyat zevkimizden, okuduklarımızdan, sevdiklerimizden, sevemediklerimizden tadımlık parçalar sunacaktık. Pek çok Serdar Ortaç dinleyicisii, romantik komedi sevicisi, facebookta yer bildirimi yapmakta hiçbir beis görmeyen insan kişileri bir şey anlamayacaktı söylediklerimizden; ama biz çok iyi bir şey yaptığımızdan emin, harıl harıl yazacaktık.
                                                                                           

Fakat olmadı. Çünkü ben deli gibi çalışıyordum ve okuduğum izlediğim dinlediğim şeylerin bir bok kimseye faydası yoktu. Gerçi ödül mödül alıp para kazanmış bir insandım yazdıklarımdan. Kredi kartımın kol gibi ekstresini temizleyecek olma düşüncesi bile beni yazmaya sevk ediyordu şimdilerde. Faulkner gibi hissetmiyor değildim  kendimi hani. Faulkner’a sormuşlardı bir gün. “Niçin yazıyorsun?” Kumarbaz, zevk düşkünü, atları seven, sefa pezevengi  yazarımızın cevabı açıktı. “Daha iyi bir at alabilmek için...” Umut’u bu işlere bsevk eden neydi, ondan emin değilim. O da şimdilerde deli gibi çalışıyordu. Vaktiyle evden günlerce çıkmadan; psikopat gibi, ev kızı gibi, sokak fobisi varmış gibi kitap okumuşluğu olsa gerekti. Belki de bünyesine o kadar fazla gelen bilgiyi kusmak istiyordu. Çünkü bilgi ağırdır; paylaşmadıkça insan etine yapışır, insanı ağırlaştırır, çürütür.

 Olmaması için birkaç neden daha oldu. Olmayacaklara neden bulmak pek kolaydı çünkü. Mesela ben iş değiştirdim. Ceketin yan cebinden çıkıp iç cebine girmek gibi bir şeydi yaptığım ama sanki hayatımda çok büyük bir değişim yaşamış, insanlık kaderini etkilemişim gibi davrandım. Birkaç radikal karar aldım. Birkaç adam sevdim, hatta bir tanesine “hah” dedim ; fakat “ah” a çevirdim. Bir ah çekimi mutsuzluğu iliklerimde hissettim. Şehirlerden, şiirlerden geçtim, yol üstlerinde soluklandım. Yaşadığımı hisseder gibi oldum ama sadece çürümeyecek kadar yaşıyordum.

Umut ise liseden başlayıp ömrünü yola çeviren hikayelerle uğraşmakla meşguldu. Yaşamına bu kadar kuvvetli eden yol metaforuna süpersonik yorumlar getiriyorduk. Tarikat sözcüğünün kökenini oluşturan, tarik  yol demekti mesela. İslamiyet, teslimiyet diniydi ve bu yolda teslim olmak da...Tamam tamam, kafa şişirdim. Fakat son olarak diyeceğim şuydu. Ne kadar yol gittiğimiz durunca anlaşılıyordu; hayat ise bu beylik cümlelerimize aldırış etmeden bizi başka yollara sürüklüyordu.

Yolun sonunda ben vardım. Tepenin ardındaki bendim. Ya da yerin altındaki. Her şeyin sonundaki. Bulamadığım, ulaşamadığım ben. Bir nokta olan ben. Sonra o noktadan sonra bir nefes soluk alabilen ben. Sonunda ben. Başında ben.

Peki ya sen, sevgili okuyucu,beni görmen için daha ne yapmalı?

6 Ağustos 2012 Pazartesi

söz uçar, yazı kalır; gelincikler karanfillenir!




nereden başlamalı?  yazmaya değil tabii ki, okumaya. ne de olsa "okumadan bilen"  olduğumuzu söylemiş şair- ne de çok söylemişler her şeye dair- onlara dair ise;  kelimelerinden başka kaybedecekleri yoktur, denilmiştir, belki. okumadan  bilebildiğimize göre yazı ve yazmak da...
millet demişken,  çanakkale bahar ile beraber muhteşem bir gelincik şöleni muştuluyor. gelincikler: çanakkale savaşı şehitlerinin kanlarına tekabül ediyor, yöre halkınca. her yerde gelincikler olması da savaşın vahametini gözler önüne sermekte. sonrasında gelincikler karanfillenip, kaynatılıyor ve reçel yapılıyor, afiyetle de yeniyor.
mesele basit aslında, osmanlının düşmanının boynunu keserek hayatını sonlandırma durumu; yani boynu kesilenin canının çabuk çıkması ve acı çekmemesi amaçlanıyor. bir çok kişinin istemeyeceği bu ölüm anının vahşeti altında yatan muazzam bir merhamet hissi. öncesinde gelincikleri henüz tomurcukken toplardık ve birer birer açardık o tomurcukları. eğer pembe çıkarsa; nişanlı bir gelincik,  kırmızı çıkarsa; gelincik bir gelincik, beyaz çıkarsa; gelin bir gelincik. sonra sansargillerden bir gelincik, balığı da kuşu da var: gelincik...
gelincik elden ele,
dokunduğu her dilde ufak bir kesik
her zihinde bir tomurcuk
ve birbirini göremeyen gelincikler bahçesi
nereden okumaya başlamalı bilmiyorum ama okuduklarımızın bizde ne olacağı çok daha önemli
olsa gerek; belki beyaz, belki pembe, belki de kırmızı. kim bilir sarı bir başak; belki anne,
belki anadolu, belki de aşk.
bu arada unutmadan; bu yazı burada kalacak, kalmaya mahkum. nitekim söz uçar, kanatları vardır,
yazı ise kalır. her birinizle sözleşebilmek dileğimle...( seninle, bir sen varsın zaten orada)

27 Temmuz 2012 Cuma

sonunda sen varsın ...

                                  İşbu blog iki edebiyatçı kişisinin beş duyu organıyla algılayamadıklarından ibarettir.

                                                                                                  
                                                     Bu yazıntı Umut dilindendir:


peki ya başında? harfler uçuşurken anlam dehlizlerinde tanımladığın sen misin, ben miyim, yoksa anlamsız bütünlüğün tanımı: metin mi? "sis"ler bulvarına girip, paul klee'de uyandığında; pencereye uzattığın kirpiklerin pervazına tutunmayı başarırken-ne de olsa en iyisi pencere, dört duvarı göreceğine- gördüğün istanbul mu? ve yahut shattrat city'nin kadim yalnızlığında garra şehrine bir portal mı açtıracaksın "medivh"in torunları tarafından, belki de eski günlerdeki gibi orgrimmar'dan tanaris’e yürüyeceksin, zamanın unuttuklarını tekrar hatırlamaya! Deli cafer, İsmail, Tayfur ve şaşı gerçekten de kardeşinin çizdiği karikatürdeki gibi miydi diyeceksin, gökte yemyeşil bir ay dağılırken nasıl bu kadar mavi kalmayı başardılar diyeceksin- ama deme bırak herkesin metnini kendine-
 hiç merak etme bir çoğunda olduğu gibi bu metin de aşacak seni ve de beni, onu da-onları da-  anlam cümle içerisinde kullanılabilecek bir "pandora" değil ki kurup kurup açabilesin kafanda! emin ol pandoranın içerisinden “sen” çıkacaksın "doktor" değil, eğer doktor çıksaydı, van Gogh,  profesörün sözlerini gerçekten duyabilseydi diyerek ağlamazdım.
sakın, sen de ağlama bunca harf bambaşka şeyler de anlatabilirdi ki anlattı, kelimeler başka başka anlamlara da gelebilirdi ki geldi; diyeceğim şu ki bunlar laf ü güzaf, sonunda sen varsın! peki başındaki sen misin sonundaki sen? zaman bizi yenecek mi değiştirecek mi, dediğim gibi sonunda sen varsın, buraya yalnız geldin okudun metni-emin ol benimdi-, ve sonunda sen varsın metnin-emin ol senin-, ve gittiğin(m)de metin bizden büyük olarak burada kalacak; lakin sonunda sen olacaksın!
ha bir de, bu dünya soğuyacak, yıldızlardan mavi bir yıldız, yuvarlanacak ya, o öyle değil: bu dünya kararacak; çünkü çoktan tutuşturduk alevini ama çıkıp pencereye eline bir bardak su alıp söndürebilirsin dünyanı- aman balkona çıkmayın da basmayın… neyse kararmasın sonu metninize bunu yapmaya hakkım yok, fazla noktalama işareti kullanmamı da hoş görsün turgutçuğum, ne de olsa herkesin özbeni kendine!